Daracık, yokuş sokaklar, eski binalar, artık çok sık görmediğimiz, binadan binaya ip gerilerek asılmış çamaşırlar, eskici dükkanlarının olduğu, Balat sokaklarındayım.
Yıkılmış, terkedilmiş binalara baktıkça, eskiden orada kimlerin, nasıl bir hayat yaşadığını düşünmeden edemiyor insan. Fotoğraf çekerken, bir yığın hikaye dönüp duruyor beynimde.
Yol kenarında, bir ev gördüm. Yarısı yıkılmış, içinde oturan yok, terkedilmiş.
Balkon olduğunu tahmin ettiğim bir yıkıntının ardında, mavi kapaklı bir mutfak dolabına takıldı gözlerim. Hüzünlendim.
Hangi zamanda, yemek kokuları taşıyordu o mutfaktan, neşeli neşeli sabah kahvaltıları hazırlanıyordu? Kocaman bir masa etrafında, yarı uykulu gözlerle toplanılıyordu?
Kim bilir hangi kadın, o mutfakta yıllarca yemek yaptı, yaparken türküsünü mırıldandı?
Evler, içinde yaşayan insanlar varsa ev oluyor. Sokaklar gibi, şehirler gibi, her evin başka kokusu var.
***
Yürürken, eski eşyalar satan bir dükkanın önünde durdum. Kapısının önünde, iki çeyiz sandığı vardı. Rengi solmuş, yaşanmışlıktan bazı yerlerinde küçük sıyrıklar.
Acaba, hangi genç kıza aitti bu sandıklar? Ne özene bezene hazırlamışlardı, içine koyacaklarını kim bilir? Güzel koksun diye sabunlar atmışlardır içine mutlaka, arada bir çıkartıp, hayal kurarak, her birini kaç defa okşamışlardır…
Acaba, çeyizi için, yıllarca yaptığı işlemeleri, oyaları, doyana kadar kullanabilmişmidir,
çok mutlu olmuş mudur? Hayalleri neydi, ne kadarı gerçek oldu? İyi bir evlilik mi yaptı yoksa hayal kırıklığımı? O sandık, bu dükkanın önüne gelene kadar, neler görmüştür?
Eşyaların dili olsa, neler anlatırlardı, nelere şahit olmuşlardır bu kadar eskimişlik içinde. Dükkanın içi, adı gibi eski kokuyor. Eski kumbaralar, plaklar, telefonlar, gramafonlar.
Herbiri baktığında seni başka bir yıla götürüp, bırakıyor.
O gramafonlardan yükselen taş plakların müziği, hangi evleri şenlendiriyordu, kim bilir?
Sonra, gözüm bir sepet içinde duran, siyah beyaz sararmış fotoğraflara takıldı. Bunlardan daha öncede sahaflarda görmüştüm, bakarken yine hüzünlenmiştim. Bir yığın renkleri solmuş fotoğraf…
Evlilik fotoğrafları, çocuk, aile fotoğrafları, askerlik fotoğrafları çeşit çeşit.
O insanların fotoğraflarının buralara nasıl geldiğini düşündüm. Çocukları, torunları yok muydu? Neden, eskimiş kolilere doldurulmuştu, saklanmamıştı albümlerde bu fotoğraflar? Çocuklarına, torunlarına büyükannelerinin, dedelerinin, amcalarının, dayılarının fotoğraflarını göstermeyecekler miydi?
Bir hüzünden bir hüzne geçiyorum baktıkça. Bu kadar şeyi bir çırpıda yaşayıp, hissetmek, yaşımı biraz daha ileri attı sanki. Eskilere baktıkça, eskidiğimi hissettim.
Bazen bir fotoğraf karesi, insanı bambaşka dünyalara götürüp, hüznün koynuna bırakıveriyor.
Zaman zaman, çıkarıp o fotoğraflara yeniden bakıyorum. Dağılmış, terkedilmiş evlere bakıp kafamdan hikayeler uyduruyorum. Evler çıplak ama olsun, tanımadığım evleri ve hiç tanışamayacağım evdeki yaşayanları kafamda canlandırıp, evleri giydiriyorum.
Sadece renginin mavi olduğunu gördüğüm mutfakta, güzel bir kadın, türkü söyleyerek yemek yapıyordu içeride.
Ben uzaklaşırken, annenin sesini duydum;
“Yemek hazır, haydi ellerinizi yıkayıp sofraya gelin”
**
Sevgiyle kalın