Yaklaşık 20-25 yıl oldu belki… Spiritüel, Meditasyon, Yoga, Pozitif Enerji, Yaşam Koçluğu vs. vs…
gibi kelimeler girdi hayatımıza... Peki, bizler mutsuz muyduk? Ne oldu da son yıllarda bu kadar mutlu olmak için çabalayıp duruyoruz?
Bu hafta bu konuyu biraz irdeleyeyim dedim. Merak ediyorum bende, bu kadar mutlu olma ile ilgili alan nasıl çoğaldı?
Mutluyduk biz eskiden. Psikoloji okumak, psikoloğa gitmek gibi kelimeleri çok nadir duyardık. Çocukluğumu hatırlıyorum. Yokluk yıllarını, her şeyi kuyruklarda bekleyerek alabildiğimiz zamanları, tek kanallı siyah beyaz TV’yi… O zamanlar her odada bir televizyon olan evler yoktu, hatta bazılarında televizyon yoktu. O akşam bir Türk filmi varsa hele değmeyin keyfine ev halkının. Tek odada otururdu aile bireyleri, bilgisayar başında yemeğini yiyen çocuklar yoktu. Onlar genelde sokakta zar zor oyundan eve getirilirdi. Akşam üzeri “Haydi artık gel eve, baban gelecek bak şimdi” diye pencerelerden seslenmiyor artık anneler… Çayını demleyip ailece ekran başında film izlemek artık çok ender yapılır şeylerden oldu. Eskiden insanlar tanışarak ya da görücü usulü evlenirdi, evlenme programlarında değil.
Araba hediyeli yarışmalara katılıp, ağda yaptıran erkekler olacak deseler herhalde gülerdik o zamanlar.
Şimdilerde zap yaptığımız reklamları bile keyifle izlerdik. Hele hele gece 24:00’te o TV’nin kapanışını hiç unutamam… Beklerdik, İstiklal marşımız okunurdu, askerler rap rap, ayak sesleriyle gelirdi ve “Hazır ol Komutu” Her gece tüylerimizi diken diken eden bu seramoniden sonra TV kapanırdı bizim evde…
Buzdolabı bile her evde yoktu, yaz günleri buzdolabı olan komşular, olmayanlara buz getirirdi…
Ne kadar azdı her şeyimiz, ne kadar çok şeyimiz yoktu. Mutluyduk ama işte…
Oysa şimdi ne kadar çok renk var.
Neden bu kadar renksiziz(!)?
Hatırlıyorum, her Perşembeyi iple çektiğimiz, ailece oturup sessizce, o kutudan gelen seslere göre hayal kurabildiğimiz Radyo tiyatrolarını…
Ne kadar çok ses var, neden bu kadar çok ıssızız(!)?
Karacaoğlan, Köroğlu destanlarını ben ilk kez radyodan öğrendim. Rüzgar estiğinde, rüzgarı düşünmeyi, denizin dalgasının sesinden beynimde denizi hayal etmeyi, kuş cıvıltılarını duyunca gözlerimin önünde uçuşan kuşlara gülerek bakmayı, o küçük iki düğmeli, kanalı ayarlamak için çevirirken cızır cızır ses çıkaran, ortasında sarı hasır olan kutudan öğrendim…
Bu kadar çok kanalımız, kitabımız, filmimiz, her şeyimiz varken neden bu kadar hayalsiziz(!)?
Kemallettin Tuğcu’yu o yıllarda öğrendim. Zenginliği, fakirliği, acımayı, ağlamayı, üzülmeyi de tabii…
Her hafta çok minik okul harçlıklarımızı biriktirerek, hafta sonu koşarak tek tük var olan kırtasiyeden sevinçle aldığım Kemalettin Tuğcu kitapları… Ne kadar çok kitabımız var artık değil mi?
Sadece bunlar değil tabii, özlediklerimiz,
Konu komşunun birbirini sevdiği, bir daha aynı tadı asla yakalayamadığım, imece usulü hazırlanan kışlık salçaları, reçelleri, turşuları…
Aslında özlediğimiz bunlar mı, yoksa çocukluk yıllarımız mı bilmiyorum… Ama bir eksiklik var, ya da bir fazlalık… Bir türlü mutlu olmayı başaramıyoruz… Herkeste bir hüzün, herkeste bir yılgınlık. Herkes bir arayış içinde... Ekonomik koşullar, bir şeylere sahip olma hırsı, gelecek endişesi…
Yolda dolaşırken, insanların yüzlerine bakıyorum. Gülümseyen yüz bulmak galiba artık zor… Etrafla ilgisini kopartırcasına başını elindeki cep telefonuna gömmüş, ya da kulaklıklarını takmış müzik dinleyen, etrafında olup bitenden haberdar olmak istemeyen bir sürü insan. Seni görmüyorum, seni işitmiyorum mesajı veren bir sürü insan…
Ne kadar çok kalabalığız, ne kadar yalnızız(!)?
Mutlu olmak istiyoruz, bir türlü başaramıyoruz. Hep bir eksiğimiz var…
Şimdi buraya nerden geldim hay Allah, Spiritüllik, Evrensel Enerji, Mutluluktan bahsedecekken yeterli yerim kalmadı...
Mevlana’dan güzel bir dize ile selamlıyorum hepinizi…
“Sevgiden, tortulu bulanık sular arı-duru bir hale gelir. Sevgiden, dertler şifa bulur. Sevgiden, ölüler dirilir. Sevgiden, padişahlar kul olur. Bu sevgi de bilgi neticesidir”
Sevgiyle kalın…