Bir Rönesans Adamı: Zülfü Livaneli

“ÖLÜMÜN TERSİ HAYAT DEĞİL AŞK”

Röportaj: Yelda CUMALIOĞLU

Zülfü Livaneli son kitabı olan SERENAD isimli eserinde ustalığını bir kere daha gözler önüne sermiş. Sade, iddiasız, kaygısız, direkt, kendini okutan anlatımı, yakın tarih ile günümüzü buluşturan, çok gerçek, çok acıtan, çok duyarlı hikayesi ile sanatçı bir kere daha okuyucunun yüreğine dokunmuş. Bu başyapıtı okumamak eksik kalmak demek. Okuduktan sonra ise yüzümüzü tarihin bu kesimine çevirmemek, tarihte yaşanan basiretsizlik dramını yererken aslolanın insanlık olduğunun bir kere daha bilincine varmamak, o günlerde yaşananları, zulmedenler kadar sessiz kalanları da kınamamak imkansız gibi…

 

Haydi sizi Zülfü Livaneli ile olan sohbetimle baş başa bırakayım.

 

Keyifle ve ibretle okumanız için....

 

 

 Bu hikayenin ne kadarı kurgu?   Araştırmak ve bu hikayeyi tamamlamak ne kadar zamanınızı aldı?

Romanda bazı tarihsel gerçeklikler var. İkinci Dünya Savaşı, Struma gemisi, İstanbul’a gelen Alman Profesörler, Mavi Alay, Ermeni olayları gibi. Bunlar herkesin üzerinde bilimsel eser ya da roman yazabileceği ya da film yapabileceği tarihsel olgular. Ama hikayenin dramatik kurgusu, yani olayları anlatan Maya, Profesör Maximilan ve Nadia kurgu kişilikler. Her yiğidin yoğurt yiyişi ayrıdır derler. Her romancının tarihsel gerçekleri ele alışı da farklıdır. Ben tarihsel olguları, kahramanlarımın başına gelen olaylar biçimine sokarak kişiselleştirmeyi denedim. Böylece okur olaylara insani acılar, sevinçler ve aşkları açısından yaklaştı.

Bu konular yıllardır kafamdaydı. Mesela 1990 yılında Boğaz içine Sığınanlar adlı bir belgeselde, Alman profesörler konusunu işlemiştik ama son üç yıl bu konularda çok anı, belge ve inceleme okudum. Bu kişilere de romanın sonunda teşekkür ettim zaten.

“Serenad für Nadia” var mı?

 

 

Yok. Önceleri böyle bir Serenat bestelemeyi düşündüm ama Schubert’in serenadını her dinleyişimde cesaretim kırıldı. O kadar mükemmel bir eser ki hiçbir duygusallığa düşmeden duygunun en hasını yaratıyor. Benim için duygusallıkla duyarlılık arasında çok fark vardır. Gerçekten duygulu olan insanlar, duygusallıktan nefret ederler. 

 

Sizin kitaplarınızda hep sevgi penceresinden, aşk çerçevesinden bakış var. Bu çok evrensel duygunun acısı tüm insanlık için ortak payda olduğundan mıdır, anlatılan hikayedeki yoğun sancıyı okuyucuya daha fazla hissettirebildiğinizi düşünüyorum. En acımasız eleştirileri bile bu bakış açısından verebildiğiniz için (şarkılarınızda da var bu), sizin sanatınız acıya dokunsa da bir yerlerinde umut barındırıyor. Bu bilinçli olarak benimsediğiniz bir tarz mı, yoksa kişiliğiniz mi ürünlerin böyle çıkmasına sebep oluyor?

Bilinçli bir tercih değil. Galiba kişiliğime uygun bir tarz bu. Türkiye’nin en çalkantılı dönemlerinde yaşadığım için çok acı çekmiş, hapis, sürgün, işsizlik, açlık, vatan hasreti, arkadaş acıları, ihanetler yaşamış birisiyim. Ama bütün bunlar benim insan yüreğinin özünde var olan cevhere inanmaya devam etmemi engelleyemedi. 

 “Tüm İktidarlar” için söylediğiniz sözler son derece direkt ama okuyanı ürkütse de kendine itiraf edemediği bir gerçekliğe götürüyor. “İktidar zulmedendir”…. O halde iktidar peşinde koşmamalı mıyız?

 

Ne yazık ki iktidar insanı çürüten bir süreç. Bu sözle yalnız siyasi iktidarları kastetmiyorum. Bir erkeğin bir kadın üzerindeki iktidarı, anne babanın çocuk üzerindeki iktidarı, işyerlerindeki iktidarlar…Hepsi çürümeye aday. Yapılması gereken şey, iktidarın denetlenmesidir.

 

Bir kadının gözüyle bakabilmişsiniz, detaylarda yakalamışsınız kadını… Bu sadece bir gözlem mi, yoksa böyle biri yaşıyor mu? Mesela kitaptaki kadının sürekli banyo yapması, daha sonra kendi yazdıklarında buna çok değindiğinden bahsetmesi… İşine olan yaklaşımı… Çocuklu, dul bir kadın olarak toplumdaki duruşu ve dikkat ettikleri…Bu kadın tiplemesinin ortak bir özelliğini yakalamışsınız sanki. Çok gerçek…

 

Bence bir romancının görevi anlattığı kişiyi iyi tanımasıdır. Hele onun ağzından yaşıyorsa o kişi olup çıkmasıdır. Buna kadını değil, insanı anlatmak diyebiliriz aslında. Çünkü kadınlar uzaylı değil, Türk erkeğinin mistifiye ettiği gibi sadece cinsel obje de değil. Bu yüzden kadın olsun, erkek olsun hepimiz aynı şeyleri hissedebiliriz. Sorun kadın ya da erkek değil, duyarlı ya da duyarsız olmakta. Mesela umutsuz anlarımda banyoya sığınmak, sıcak suyla dertlerimi uzaklaştırmaya çalışmak benim de temel bir özelliğim. Maya’nın duyduğu birçok şeyi ben de duyuyorum. 

 

 Anlatımdaki niyetten bahsetmişsiniz… “Tolstoy da kitap yazdı, Adolf Hitler de. Sorun yazıda değil, kimin ne amaçlı yazdığında. Tanrı bile kendini yazıyla anlatıyor. İyi ama yazının icadından önce Tanrı yok muydu?” Buradaki yaklaşım ve ironi bence çok hoş sadece altını çizmek istedim 

 

Gazetelere, gazeteciliğe bile dokundurmuşsunuz satır aralarında. Haberlerin dikkat çekici hale gelebilmesi için kişilerin ağzından çıkanların nasıl çarpıtıldığı, haberler yüzünden mağdur olan kişilerin duygu halleri ve sorunların düzeltilmesinin bile doğru dürüst yollarla değil, ancak nüfuzlu tanıdıklarla olabilmesi gerçeği?

 

20 yılı aşkın bir süredir medyanın içindeyim. Bu meslekte çok sevdiğim arkadaşlarım da var ama bu durum, medyayı eleştirme görevine engel olmamalı. 

 

 

Günümüz gençlerinin bilgisayar yüzünden düştüğü bunalım, amaçsızlıkları ve bu aleti kullanmaktaki ustalıkları?

 Ama gerçek değil mi? İnsanlık tarihinde ilk kez çocuklar internet denilen bir ortamla büyüyorlar. Her şeyde olduğu gibi bunda da yararlı ve zararlı yanlar var elbette. Ama bunun sonuçlarını ileride göreceğiz.

 

 Ve işte en etkili sahne… “Donmaktan kurtarmak için soyunup sarılmak, kaşık gibi olmak…” çok çarpıcı… Akılda kalıcı ve filmatik… Kitabınızda aynı zamanda görsel unsurların da okuyucuya sanki bir film izletiyor gibi verildiği hissine kapıldım. Sanki bu kitap film yapılsa, duyguyu en az kitabı kadar verebilen eserler arasında yer alır gibi geldi bana, siz ne düşünürsünüz?

Ben de bu kitaptan iyi bir film çıkabileceğini düşünüyorum ama yazarken böyle bir şey düşünmedim. İleride böyle bir şey olabilir.

 

Bazı sahnelere, görüntülere ne kadar da önyargılıyız ve bu önyargıyı değiştirmek, başka bir açıdan bakabilmek bazılarımız için ne kadar da zor. Toplumun namus anlayışı, aslında alkışlanacak değerdeki bir davranışın yanlış anlaşılması ve insanlara olan güvensizlik yüzünden daha nice anlaşılamamış ya da yanlış yorumlanmış olaylar ile dolu bir dünyada yaşadığımızı bir kere daha ortaya çıkarıyor. Yine soru soramıyorum, yine altını çiziyorum.

Evet, tamam çok güzel çiziyorsunuz. Romandaki can alıcı noktaları açığa çıkararak, okumamış olanlara da iyilik yapıyorsunuz. Ben sevdim bu söyleşi tarzını.

 Sf 353 “Biz bu hususta elimizden gelen her şeyi yaptık, maddi manevi en ufak mesuliyetimiz yoktur. Türkiye başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlar için vatan hizmeti göremez…” Dönemin başbakanı Refik Saydam’ın bu sözleri çok basiretsiz. Cinayete ortaklığı teyit eder nitelikte. Gerçekten de bu olaylara kıpırdamadan seyirci kalan insanları da bu zulmü bilfiil icra eden kişiler kadar suçlu buluyorsunuz?

 

Avrupa’da yükselmeye başlayan Nazi akımı, Türk hükümetlerini ve basınını da etkisi altına almıştı. O dönemin gazeteleri Hitler’den ‘’Führer’’ diye söz ediyorlardı. Arşivlerde hepsi duruyor. Hükümetler de Hitler’in ırkçı politikalarına özeniyorlardı. 1934’ten sonra oluğu bitenleri iyi okumalıyız aslında.

 

 

 Aşkın yanında ne din, ne dil ne ırk hiç bir şeyin önemi yok. Aşk olmasa da bunların bir önemi yok, belki bunu bile anlayabiliriz günün birinde değil mi?

 

Şair diyor ki ‘’Aşk imiş ne varsa alemde’’ Evet, bence de durum bundan ibarettir. Çünkü aşk insanlığın var olması ve yaşamını sürdürmesi için şart. Ölümün tersi hayat değil aşk. Çünkü aşk zaten hayat demek.

 

 

Ari Irk’ın ya da daha doğrusu Nazi Almanyası’nın düşüncede bir kitle hipnozuna maruz kalmış olması olası mı? Yoksa düşünce sistematiğinde de ari olmaları gerekmez miydi? Maximillian Wagner gibi…

İşte çarpıklık burada başlıyor. Toplama kamplarında insanlara en ağır işkenceleri yapan Nazi generallerinin çoğu Wagner, Bach, Beethoven, Mozart dinliyor, Goethe, Schiller okuyordu. Neden bu büyük hümanistlerin eserleri, insanların şiddet eğilimini engelleyemedi. Önemli bir soru bu.

 

 Struma, İngiltere, Rusya Türkiye, Almanya, Romanya devletlerinin ortak suçudur.” Tarih ve gelecek bu suçlarla dolu değil mi? O anda nasıl karar alınabilirdi? Belki teknelerle sağlık ve yiyecek yardımı, vs gitmiştir. Peki daha radikal ne yapılabilirdi? “O insanlara vatan olmak…” desem kocaman bir tartışma konusunun ilk cümlesini mi söylemiş olurum?

 

O dönemde Türkiye, hem İngiltere ile, hem de Nazilerle iyi geçinmek ama savaşa girmemek gibi zor bir tahterevallinin üstünde ayakta kalmaya çalışıyordu. İngilizleri kızdırmamak için geminin Filistin’e devam etmesine izin vermedi. Bir yandan da savaş boyunca Hitler’e krom sattı. Böyle bir zor durumda mültecilere yeni bir vatan vermek gerçekçi, olmayabilirdi ama insani nedenlerle gemideki 800’e yakın sivili alıp bir  kampa yerleştirebilir ve ölümden kurtarabilirdi. Bunu yapmamış olmak suçtur.

 

Romanın sonu da etkileyici. İşte sizin sanatınızda yakaladığımı söylediğim “umut” kısmı var orada. Kemanı Kerem’e vermesi, bu değerli varlığını, daha tam olarak şekillenmemiş tertemiz bir zihnin hizmetine ve yeni tınılarına sunması etkileyici ve işte umut orada yatıyor. Şarkılarınızdaki gibi “EY ÖZGÜRLÜK!!!” diyorsunuz sanki.  

 

Elinize, kaleminize, yüreğinize sağlık…

Ben teşekkür ederim Yelda, öyle güzel sorular sordun ki...

 

 

 

 

 

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Küçükçekmece Haberleri