Hafta sonu üyesi bulunduğum Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin, Taksim'de The Marmara Oteli’nde gerçekleştirdiği “OHAL’de Gazetecilik” seminerindeydim.
Usta gazeteciler; Altan Öymen, Orhan Erinç, Hürriyet Gazetesi Okur Temsilcisi Faruk Bildirici, Milliyet Gazetesi Okur Temsilcisi Belma Akçura, Cumhuriyet Gazetesi Haber Koordinatörü Aykut Küçükkaya, 32. Gün Genel Koordinatörü Algan Hacaloğlu, TGC Hukuk Danışmanı (benim de uzun süredir avukatlığımı yapan) Gökhan Küçük gibi konusunda deneyimli çok değerli isimler seminerde konuştular.
*
Panelistlerin hemen hemen her biri akılda kalacak, bizim meseleğimizi yerine getirirken faydalanacağımız çok değerli anekdotlar aktardılar.
Bu konuşmaları dinledikçe hem kendi yaşadıklarım ile ilgili benzerlikler kafamdan geçti hem de mesleğimiz ile ilgili gazetecilik yaptığını zanneden çoğu kişinin aslında gazetecilikle alakası olmayan işler peşinde koştuğundan bir defa daha üzülerek emin oldum.
Mesela Milliyet Gazetesi Okur Temsilcisi Belma Akçura'nın “Biz de genellikle önce suçlu belirleniyor. Sonra suç yaratılıyor ve yaratılan suça delil uydurmaya çalışılarak o belirlenen kişi zorla suçlu ilan edilmek isteniyor. 90 yıllık arşiv bunlarla dolu” şeklindeki tesbiti o kadar doğruydu ki...
*
Gerçekten de bakın bakalım hem son günlerde yaşananlara hem de yıllardır yaşanan olaylarımıza.
Ergenekon'da, Balyoz'da aynı şeyler olmadı mı?
Önce suçlu belirlenip sonra o kişiye uygun suçlar uydurulmadı mı?
Bugün de FETÖ olayında benzerlikler yaşanmaya çalışılmıyor mu?
Kim suçlu kim suçsuz.
Kim FETÖ'cü kim değil.
Kimi uzaktan yakından ilgisi olmadığını iddia ettiği halde şuan tutuklu, kimi ise bir çok faile rağmen dışarda.
Hemen hemen hergün bir çok kişi bas bas bağırıyor. Kurunun yanında birtek yaş bile yanmamalı!
Peki gerçekten de yanmıyor mu?
Ne diyelim; İnşallah!
*
Hürriyet Okur Temsilcisi Faruk Bildirici de "Ortada bir koro var ve herkes aynı şeyi konuşuyor. Ben gazeteciyim solodan yanayım dediğinizde ise sizi zorla koroya katılmaya çalışan bir baskı var'' derken o kadar haklıydı ki...
Bir bakın çevrenize.
Bu baskı aslında sadece gazetecilere uygulanmıyor.
Siyasetçisi, iş adamı, sanatçısı hatta vatandaşı zorla koroya çekilmeye çalışılıyor.
Tamam ortak çıkarımız Türkiye'nin menfaatleri ama bu amaca ulaşmamıza en çok faydalı olacak şeylerden birisi de gerçekleri bilme hakkımızın oluşu ve bu gerçeklere göre; hukukun, yasaların, demokrasinin, olması gerekenlerin uygulanması gerektiğidir.
*
Panelden çıkardığım bir başka gerçek ise (özellikle Altan Öymen ve Orhan Erinç gibi bu mesleğe yıllarını vermiş üstatları dinlerken) evet bugün OHAL ortamı bu sorunları yaşıyoruz ama bir anlamda tarih boyunca gazetecilik hem sekteye uğramış.
İktidarı ve gücü elinde kim bulundurmuşsa ilk işi özgür, tarafsız, bağımsız medyayı susturmak olmuş.
Zira gücün büyüsüne kapılan kim olursa olsun, eleştiriyi kolay kolay kabullenmiyor, hoşgörüden uzaklaşıyor, çok renkliliği ve çok farklılığı tehlikeli görüyor.
Kendi düzen ve gücünün daha uzun sürmesi için kendinden olmayanları susturmayı doğru bir etken görüyor.
*
TGC Hukuk Danışmanı Gökhan Küçük, "Galiba medya en özgür gününü 15 Temmuz akşamı yaşadı” dediğinde de bu sözü o kadar doğru buldum ki anlatamam.
Arkadaş insanları görüşlerinden dolayı, fikirlerinden dolayı, düşüncelerinden dolayı, bir olaya, bir kişiye, bir olguya, bir duruma bakışlarından dolayı yargılamanın kime ne faydası olur.
Ülkeye ne faydası olur.
Dünyaya ne faydası olur.
İnsanlığa ne faydası olur.
Bırak kim neyi nasıl istiyorsa öyle düşünsün, öyle konuşsun, öyle inansın, öyle yaşasın.
*
Bu konuda 'Özgürlüğün resmi' diye müthiş bir hikaye geldi aklıma. Bir ara bu hikayeyi uzun yazar veya anlatırım ama şimdilik kısaca şöye yazayım:
Babası İspanya’nın en ağır siyasi cezalarının verildiği bir hapishanede mahkumdu küçük kızın. Fırsat bulduğu her hafta sonu babasını ziyaret için annesiyle birlikte hapishaneye giderdi. Yine bir ziyarete giderken babası için çizdiği resmi yanında götürdü, ancak hapishane kurallarına göre özgürlüğü çağrıştıran her türlü şeyin mahkumlara verilmesi yasaktı. Bu nedenle kağıda çizdiği kuş resmini kabul etmemişler ve oracıkta yırtmışlardı. Çok üzülmüştü küçük kız. Babasına söyledi bunu, o da “Üzülme kızım, yine çizersin; bu sefer çizdiklerine dikkat edersin olur mu?” demişti. Küçük kız diğer ziyaretinde babasına yeni bir resim çizip götürdü. Bu sefer kuş yerine bir ağaç ve üzerine siyah minik benekler çizmişti.
Babası keyifle resme baktı ve sordu: "Hmmm! Ne güzel bir ağaç bu! Üzerindeki benekler ne? Portakal mı?"
Küçük kız babasına eğilerek, sessizce şöyle dedi: "Hişşt. O benekler ağacın içinde saklanan kuşların gözleri.
*
Bu hikayenin de anlattığı gibi özgürlüğü her yasaklamaya kalktığınızda o yine kendisine bir yol bulur ve bir şekilde fikrini sunmayı başarır.
Özgürlükleri kısıtlamak yerine onların daha sağlıklı bir şekilde dile getirilmesini sağlamak en doğru seçim olmalı.
Biz gazetecilere düşen ise (seminerde yaptığım konuşmada söylediğim gibi); Evet, bizler dünyanın en güzel mesleğini yapıyoruz. Güçlü ve büyük bir Türkiye için, işini hakkıyla yapan ve yapmaya çalışan gazetecilere daha fazla iş düşmekte. Yeterki gazeteciler hakikatin peşinden koşsun. Bu hakikati ortaya objektif bir şeklide koysun. Kişilere ve kurumlara göre ayrım yapmaksızın, olayları sorgulasın. Araştırsın. Tarafsız bir şekilde kamuoyuna aktarsın. Gazeteciliğin vicdanı olduğu sürece gazetecilik de ayağa kalkacaktır, gazeteciliğe bakış açısı da değişecektir...