Kadın yazarlara takıldı bir süredir kafam. Kadınlar erkeklere göre daha duygusal, daha hassas ve yaşadıklarını, duygularını erkeklere oranla daha iyi ifade edebilen varlıklar.
Gelgelelim, yazılan kitaplarda aşkı, sevişmeyi , duyguyu, tam olarak ifade etmekten çekiniyorlar. Kalemini serbest bırakıp yazan bir Türk kadın yazar düşündüm bulamadım. Okurken, gözümde muhteşem bir sahne canlanacakken, bir bakıyorum sahne başlamadan bitmiş. Hani o eski Yeşilçam filmlerindeki sahnelerin, makaslanıp, sansürlenmesi gibi… Öyle olunca da, gerçekliğini kaybediyor. Film olduğu aklına geliyor. Kitapta da böyle hissediyorum işte.
Neden acaba? İnsanların, o yazdıklarını kendisi yaşamış gibi düşüneceğini düşündüğündendir belki. Annem-babam okuyacak, çoluk-çocuk okuyacak diye bir yerde kesiyor sanırım. Oysa böyle bir şey mümkün olabilir mi? Saçma! Toplumsal baskı yine karşımıza çıktı işte.
Geçen yıl en çok satan kitaplar arasında, “grinin tonları” kitaplarını düşünün, ne kadar uçuktu. Fakat kendi adıma söyleyeyim, ben o yazarın bunları yaşayıp yazmış olduğunu hiç düşünmedim.
Erkek yazarlardan bazıları, kadını kadından daha iyi anlatabiliyor. Cümleleri, ayıpsız, sınırsız serbestçe dökülüyor satırlara. Bence kitabın başarısı da böyle geliyor zaten. Okurken içine girebiliyorsun, o karakterlerle o hikayede yaşayabiliyorsun.
Her gün, gazetelerde aşk ile ilgili, ilişkilerle ilgili bir sürü şey yazılıp, çiziliyor. Fakat bir bakıyorum, bunların okuyucusu yine kadınlar. Erkeklere anlatamıyoruz kendimizi. Erkekler, kitabın kapak renginden bile etkileniyor. Hatırlarsınız, kitabın kapak rengi pembe diye, erkek okuyucular almadı diye bir sonraki baskısında kapağı siyah olarak basmışlardı.
Onlar bizim gibi, gazetenin başından başlamıyor okumaya, son sayfalardan, spor’ dan başlıyor. Okudukları kitaplar, izledikleri filmlerde genellikle aşk, sevgi konulu, duygusal filmler olmuyor. O zaman kendi kendimize çalıp söylüyor gibi oluyoruz. Sonra hep aynı terane” Birbirimizi anlamıyoruz”
Sevgiyle kalın