Ermeni Sorununu Anlamak

Ermeni Sorununu Anlamak
Gazeteci, Eski Milletvekili, Öğretim Görevlisi ULUÇ GÜRKAN: Ermeni Sorununu Anlamak Önyargıları Aşmak, Nefretten Arınmak

RÖPÖRTAJ: YELDA CUMALİOĞLU
FRANSIZ Parlamentosu, Ermeni soykırımı iddiasının tarihi ve hukuki gerçeklerle uyuşmadığını ortaya koymayı suç sayan yasa önerisinin kabul etti. Gazeteci ve eski milletvekili Uluç Gürkan’ın işte tam da bu sırada ‘Ermeni Sorunu’nu Anlamak’ isimli kitabı raflarda yerini aldı.

Kitapta, parlamentoların bu konudaki kararlarının, tarihi ve hukuki gerçeklerle uyuşmamasının yanında bütün öğeleriyle ‘nefret suçunu’ oluşturduğu anlatılıyor.

SORU: Fransız parlamentosunda “Ermeni soykırımı reddetmeyi” suç sayan bir yasanın kabul edilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

YANIT: Böyle bir yasa insanlığın “ifade özgürlüğü” ve demokrasi alanındaki kazanımlarını hiçe saymaktadır. İfade özgürlüğünün çok açık biçimde ihlalidir ve hem Fransız Anayasası’na, hem de Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Sözleşmesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi uluslararası hukuk belgelerine aykırıdır.

Uluslararası hukuk belgelerine aykırıdır, çünkü be belgelerde insanın “düşünce ve anlatım özgürlüğü” temel bir hak olarak tanımlanmıştır. Bu hakkın hangi koşullarda sınırlanacağı da tek tek sıralanmıştır.

Ermeni soykırım iddialarına karşı çıkmanın, bu konuda çalışmalar, hatta propaganda-kampanya yapmanın kısıtlamalarla özdeşleştirilmesi hiçbir koşulda mümkün değildir.

Ötesinde, Fransız Anayasası’nın önsözünde 1789 Fransız İhtilali ile yayınlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi bağlayıcı bir belge olarak yer almaktadır. Bu belgenin 10. Ve 11. Maddeleri düşüncelerin ve inançların serbestçe iletimini en değerli haklardan saymaktadır. Bu hakkın yasayla kısıtlanabilmesini ise 5. Maddesinde “toplum için zararlı” olma koşuluna bağlamaktadır.

Fransız ulusal meclisinde “Ermeni soykırımı asılsızdır” demenin toplum için nasıl bir zarar oluşturduğu kanaatine varılmış olabilir, insan aklıyla buna verilebilecek yanıt nedir, doğrusu merak ediyorum.

Fransız milletvekillerinin büyük çoğunluğu da vicdanlarında bu yanıtı verememiş olmalılar ki, Fransa’da Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde politika malzemesi yapılan bu konuda oylamaya katılmamışlardır. Oylamaya 50-60 kadar milletvekili katılmış, onları da 10 kadarı ret oyu kullanmıştır.

SORU: Fransız parlamentosu böyle bir kararı niçin almış olabilir?

YANIT: Genel kanı Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Ermeni oylarına talip olma yarışı… Ancak ben bunun bu kadar basit olmadığını düşünüyorum.

Fransa’da Ermeni kökenli seçmen sayısı üç aşağı beş yukarı 200 bin kadardır. Bunların da çoğu sola oy vermektedir. Bu yasa nedeniyle Sarkozy’e dönmeleri düşünülemez…

Sarkozy asıl olarak, “Hıristiyan Ermenilere soykırım uygulamış Müslüman Türklerin Avrupa Birliği’nde yeri yoktur” mesajını Fransız kamuoyuna vermek istemektedir. Açık anlatımıyla, ırkçı bir politika sergilemekte, Ermeni soykırımı tartışmalarını da bu politikasında kullanmaktadır.

SORU: Türkiye ne yapmalı?

YANIT: Türkiye öncelikle, “Ermeni Soykırımı” tartışmalarını önyargılardan arındırıp tarihi ve hukuki gerçekler temeline oturtmayı, bu konunun kısır bir “nefret atışması” olmaktan çıkartmasını sağlamalıdır. Biz, “Ermeni Sorunu’nu Anlamak” kitabını bu amaçla hazırladık.

Türkiye, bugüne değin, karşı karşıya kaldığı “soykırım” suçlamalarını, “tencere dibin kara, seninki benden kara” edebiyatıyla karşılamaya çalışmış. Kaç Ermeni’nin öldüğünü, bu arada yaşamını yitiren Türk ve Müslümanların sayısını tartışıyor… Çatışmaları önce kimin başlattığı konusunda belgeler ortaya koymuş…

Türkiye’nin bu anlamsız ve kısır tartışmayı bırakması gerekiyor. Bunun yerine, Türkiye’nin tartışması gereken üç temel konu var. Uluslararası parlamentolardaki deneyimim, şu üç temel konunun hem tarihsel hem de hukuksal olarak “Ermeni Soykırımı” ezberini bozacağı yolunda…

SORU: Nedir bu temel konular?

YANIT: Birinci konu, “soykırım suçu”nun hukuki çerçevesiyle ilgili…

“Soykırım suçu”nun hukuki çerçevesini belirleyen 1948 tarihli Birleşmiş Milletler (BM) Soykırım Sözleşmesi’ne göre; bu suçun tüzel kişilere değil, gerçek kişilere yöneltilmesi gerekiyor. Bu hukuki gerçekliğe karşın, “Ermeni Soykırımı” suçlamaları –genelde- ülkesi ve ulusuyla Türkiye’ye yöneltiliyor. Dolayısıyla, Türkiye soykırımcılıkla suçlanırken gerçekte bir tür “nefret söylemi-hate speech” suçu işlenmiş oluyor.

“Belli bir gruba karşı düşmanlık duygularını tetikleyen önyargılı ve ayrımcı bir dil kullanılması” biçiminde tanımlayabileceğimiz nefret söylemi, bu bağlamda, Türkiye’ye karşı düşmanlık duygularını tetikliyor. Türkiye, bu hukuk dışı ve ırkçı söyleme son verilmesini, “soykırım” iddialarını tartışmanın önkoşulu yapmalıdır.

Burada, “soykırım” iddialarının Türkiye’ye karşı bir tür nefret söylemine dönüşmesinin, zamanlamasının ve nedenlerinin de irdelenmesi gerekiyor… “Ermeni Soykırımı” iddiaları, 1990’lı yıllarda, Sovyet sisteminin çökmesi ve Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte yeni bir ivme kazanmıştır. Samuel Huntington’ın din farklarını ön plana çıkarttığı “Uygarlıklar Çatışması” temelinde biçimlenen “Yeni Dünya Düzeni” ile bütünleşmiş, uluslararası bir boyut kazanmıştır. Ötesinde, geçmişe ait bir hesaplaşma olmaktan çıkıp güncel politikaya dönüşmüştür.

SORU: İkinci konuyu da açar mısınız?

İkinci konu, “soykırım”ın varlığı ya da yokluğuna karar verecek yetkili merciin kim olduğuyla ilgilidir…

BM Soykırım Sözleşmesi, “soykırım suçu”nun varlığı ya da yokluğu konusundaki yetkili mercii “yargı organları” olarak belirlemiştir. Hangi yargı organı ya da organlarının yetkili olduğu da sözleşmede açıklanmıştır. Bu bağlamda, unuttuğumuz, bize unutturulmak istenen gerçek, I. Dünya Savaşı sonrasında çok sayıda İttihat ve Terakki Partisi yöneticisinin “Ermenilerin toplu katliamı” suçlamasıyla üç yıla yakın süre Malta’da tutulmuş ve Sevrés Antlaşması hükümleri uyarınca “soruşturma” kapsamına alınmış olmalarıdır.

Bu soruşturmayı yürüten makam Londra’daki İngiliz Kraliyet Başsavcılığı’dır. Sıradan atanmış bir rütbeli savcı değildir. Sevr Antlaşması hükümleri uyarınca son derece kapsamlı bir soruşturma yapılmıştır. İşgal altında el koyulan Osmanlı arşivinin yanında, İngiltere ve Amerika’da “Ermeni kırımı/katliamı” konularında bilgi, belge taranmış, ancak “bir hukuk mahkemesinde “geçerli sayılabilecek” hiçbir kanıt bulamamıştır. İngiliz Kraliyet Başsavcılığı, İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın “hukuk bir dava açılamayacaksa siyasi bir dava açılsın” yolundaki baskısı de reddetmiş ve günümüz hukukunda “takipsizlik-kovuşturmaya yer olmadığı” hükmüne vararak üç yıla yakın süre Malta’da tutulan İttihat ve Terakki yöneticilerinin serbest bırakılmalarını sağlamıştır.

SORU: İngiliz Kraliyet Başsavcılığı’nın bu kararı ne anlama geliyor?

YANIT: “Ermeni Soykırımını Anlamak” başlıklı “söyleşi-belge” kitabımızda, Malta’daki bu yargılama sürecinin, Yahudi Soykırımı yargılamasının yapıldığı Nürnberg Mahkemesi ile aynı koşullarda çalıştığını belgeliyoruz. Malta yargılamasının “Ermeni Soykırımı” iddialarını kökten çürüten hukuki sonuçlarını da uluslararası hukuk kuralları kapsamında ortaya koyuyoruz… Türkiye’nin bu sonuçları anımsaması ve sahiplenmesi kaçınılmazdır.

SORU: Üçüncü bir konudan da söz etmiştiniz…

YANIT: Üçüncü konu, “soykırım” iddialarının temel dayanağı olarak son zamanlarda sunulan “tehcir uygulaması” ile ilgilidir…

Tehcir, 1949 tarihli Cenevre Sözleşmelerinin, 1977 tarihli Ek 2 Protokolü uyarınca “askeri gereklilik” kapsamında değerlendirilmeye açıktır. I. Dünya Savaşı koşullarında Osmanlı Ermenilerinin silahlı isyanı ve Osmanlı topraklarını işgal eden Çarlık Rusyası’nın yanında savaşa katılması, tehcir uygulamasının “askeri gereklilik” bağlamında değerlendirilmesini haklı kılmaktadır.

Unutulmamalıdır ki, Yahudi Soykırımı gerçekliğinde Alman Yahudilerinin Almanya’ya karşı ne silahlı bir direnişi söz konudur, ne de bu Yahudilerin Almanya’nın savaş halinde olduğu ülkelerle silahlı bir işbirliği… Dolayısıyla, II. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında Yahudilere uygulanan soykırım ile I. Dünya Savaşı günlerinde Ermenilerin maruz kaldıkları iddia edilen olaylar arasında, “soykırım” bağlamında, herhangi bir paralellik kurulamaz.

Hiç kuşkusuz, tehcir sürecinde yüz binlerce Ermeni vatandaşımızın ölümüyle sonuçlanan büyük acılar yaşanmıştır. Ancak bu soykırım olarak tanımlamak ve tehcir planlı bir “kırım/katliam” olarak algılamak tarihi ve hukuki gerçeklerle bağdaşmayan bir önyargıdır.

 Ayrılıkçı Ermeni hareketi, Birinci Dünya Savaşı öncesinden örgütlenmiş ve bağımsızlıkları için eylemlerine başlamıştı. Birinci Dünya Savaşı başlayınca, Doğu Cephesi’nde Rusların yanında doğrudan savaşa da girdiler. Cephe gerisinde de silahlı isyanlar birbirini izliyordu. Hakkari’de, Zeytun’da, Muş’ta, Van’da on binlerce Müslüman Türk ve Kürt yaşamını yitirdi. Ermeni çeteleri, Van’ı ele geçirdiklerinde Rus Çarı’na bağlılıklarını da bildirdiler.

 Osmanlı Hükümeti savaşta cephe gerisinin güvenliğini yitirmişti. Bütün Ermenilerin değil, Ruslarla aynı inançta olan Ermenilerin tehcirine bu koşullarda karar verildi. Bu koşullarda uygulan tehciri planlı bir soykırım tanımlamak, tarihle yüzleşmek değildir. Tarihi tek yanlı olarak ve ırkçı bir nefret duygusuyla yeniden yazmaktır.

 

Ötesinde, katil olarak yaftalanılmaları istenen Osmanlı yöneticileri, tehcirin sağlıklı gerçekleştirilmesi için çaba göstermişlerdir. Ancak, savaş koşullarında bunu gereğince sağlayamamışlardır. Ermeni kafileleri, aralarında Ermeni çetelerinin saldırıları sırasında yakınlarını kaybedenlerin de bulunduğu aşiretlerin saldırılarına uğramıştır.

 

Osmanlı yöneticileri bu işin peşini bırakmamış, savaş koşullarında 1673’ü tutuklu olmak üzere 600’ü aşkın kamu görevlisi ile bine yakın aşiret mensubunu yargılamış, 67’si idam olmak üzere bini aşkın kişi için “öldürme, yaralama, görevi ihmal, soygun” gibi suçlardan verilen cezaları uygulamıştır.

 

Bu tarihi yargılamayla yüzleşince görüyoruz ki, Osmanlı Hükümeti Ermeni kırımını planlamamıştır. Böyle bir kastı yoktur. Ötesinde, yaşanan acının üzerini örtmemiş, isyan etmişlerdi gibi gerekçelere sığınmamış, acının hesabını o günün yargısında sorgulamıştır.

 

Ünlü tarihçi Bernard Lewis, işte bütün bu tarihi gerçeklerle yüzleşebildiği için “Ermeni Soykırımı” iddialarını yadsımakta ve I. Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı topraklarında yaşanan karşılıklı acıları bir “savaş trajedisi” olarak tanımlamaktadır.

Halis Uluç Gürkan, 1945, Urfa doğumlu. Öğrenimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. 1968-1991 yılları arasında ANKA Ajansı ile Sabah ve Güneş gazetelerinde çalıştı. 1991-2002 yılları arasında TBMM’de üç dönem Ankara Milletvekili olarak görev yaptı. Bu dönemde ayrıca, AGİT Parlamenter Asamblesi ile Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nde Başkan Yardımcısı, TBMM’de Meclis Başkanvekili oldu. Halen ODTÜ’de öğretim görevlisidir. ([email protected])

Uluç Gürkan’ın Sabah, Güneş, Dünya ve Star gazetelerinde yayınlanmış çok sayıda köşe yazısı bulunmaktadır.

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.