ONUNCU KÖY- BEKİR COŞKUN
Bizler sabahları farklı kalkarız yataklarımızdan…
Telaşımız, huzursuzluğumuz, mutsuzluğumuz bizden az önce uyanmıştır… Bir-iki dakikalık intikal süresinden sonra, kendi dünyalarımızı terk ederiz…
Güneşin o ilk ışıklarının keyfini hiç fark etmeyiz biz…
Tıpkı geceleri başımızı yastıklarımıza koyarken, gündüzden kalan ve asla peşimizi bırakmayan o muhasebeler, o telaşlar, o tedirginlikler, o kargaşalar, o sesler gibi…
*
Diyelim ki gece duyduğunuz bir patlama sesi, sizin için çok çok bir merak konusu olabilir…
Ama gazeteci için o ses, aynı zamanda onu göreve çağıran sestir…
Kalkar, koşar gazeteci…
Bir yoksulun çığlığı çağırdığında, bir sancılı hasta, bir masumun canı yandığında, bir kaza-bela… Kimi zaman bir savaşın ortasında, kimi zaman arkasında kirli işlerin döndüğü siyasetçilerin kapısında…
Hiç fark etmez, gazeteci oradadır…
Bu işte; toplumun “gözü-kulağı-sesi olma” görevidir…
Yani sizin adınıza…
*
Bu yüzdendir…
Düşmanı çok kelebekler gibiyiz…
Ortalıkta çok gözüken, güzel ya da kötü havaların habercisi… Sayfalardan kanatları cüssesinden büyük…
Tutulunca ölen kelebekler…
Saçlarımız erken ağarır, yüzümüze erken yerleşir çizgiler… Lokmalarımız yarım, uykularımız yarım, aşklarımız yarımdır…
Ama bizi en çok…
En çok bu özgürsüzlükler öldürür…
*
Gazeteciler İstiklal Caddesi’nde yürürken bunları düşündüm…
İşte…
Bir kara dönemin faturasını yine en çok gazeteciler ödüyorlar… Yine yaşamlarımız birer cehenneme dönüşüverdi…
Kimimiz cezaevinde hapis, kimimiz dışarıda tutsak…
*
Düşmanımız çoktur bizim…
Her fırtınada ilk sürüklenen, her kötü havada önce ölen…
Kelebekler gibiyiz…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.