Nil Karaibrahimgil'den kadınlar üzerine sohbet!
Aldım, okudum. Nil'in iflah olmaz optimistiğine, hayatı bir masal gibi algılamasına, kendine oyunlu bir yaşam kurmasına hayran kaldım. O da zaten “Okurların içinde pembe bir balon patlatmak istedim. Başarabildiysem ne mutlu!” diyor. Bence başardı. Onun renk renk kelebekleri bana kondu. Bakalım size de konacak mı?
* Özgür Kız'dan başlayalım. Onun hikayesi ne?
Boğaziçi Üniversitesi'nde Uluslararası İlişkiler okuyorum ama mutsuzum. Siyasetle ilgili bir meslek yaptığımı bir türlü hayal edemiyorum. Düşünsene bu gülüşle diplomat filan olduğumu... Bir yandan her gün beste yapıyorum. Köpük diye bir grubumuz var ama dağılmış. Ben de “Adı Köpük olduğu için dağıldı” diye espriler yapıyorum. İşim müzik olacak çok belli... Ama aile tam destek vermiyor.
* Halbuki babanız (Suavi) müzisyen...
Amcam da müzisyen. Ama “Bir okulu bitir, bakarsın, hobi olarak yaparsın” tadındalar. O ara, “Acaba metin yazarlığı yapabilir miyim?” dedim kendi kendime... Yaratıcı olduğumu düşünüyorum ya... Önce RPM Radar'da staj yapmaya başladım. Bir süre sonra Kurtçebe Turgul “Seni Serdar Erener'e gönderelim. Orada daha mutlu olursun” dedi.
* Elleriyle yolladı yani...
Aynen. Ben RPM'de şapşal şapşal geziyordum. Serdar Erener'i de duyuyorum “Reklamın duayeni” filan diye... Bunun üzerine Reklamevi'nde part time metin yazarı olarak işe başladım. Bir gün Serdar'ın ortağı Uğurcan “Sen bir özgürlük şarkısı yazabilir misin?” diye sordu. “Ben Türkçe şarkı yazmıyorum. Ne yazık ki...” dedim ukala ukala... “Ama çok iyi para kazanırsın” dedi. Misal ben o zaman 100 lira alıyorsam, 5000 liradan bahsediyor. “Neee? Öyle mi? O zaman yazarım” diye koşarak eve gittim ve “Ben Özgürüm” şarkısını yazdım, söyledim. Aklımda reklamda filan oynamak hiç yok. Bambaşka hayallerim var. Turkcell'dekiler “E madem bu kız söylüyor, bu oynasın” deyince, iş değişti.
* Bütün Türkiye tanıdı sonra sizi...
Sonrası kontrol dışı. Etiler'de evden çıkıyorum. Akmerkez'in duvarında ben, geçen otobüsün üstünde ben, dergilerin kapağında ben... Hiçbir reklamın böyle bir etki yarattığını görmemiştim ki daha önce...
* Kadınların özgürce gezmesi, kız kıza dolaşması da Türkiye için yeni şeylerdi o zaman...
Tam 2000 senesi... Bu konuda sosyoloji bölümünde tez yazanlar olmuş. “Bir kız Doğu Anadolu'da bermuda şortuyla otostop yaparak dolaşabilir mi?” diye... Öyle olay olmuştu.
Hayatla dalga geçebilmek hoşuma gidiyor
* Gelelim, Nil'in Kelebekleri'ne... Yazılardan anladığım kadarıyla siz iflah olmaz bir optimistsiniz.
Öyle... En moralimi bozan şeyi bile silkeleyip üzerimden atabiliyorum. Bir şeyle dalga geçebilmek hoşuma gidiyor. Mesela “Kek” şarkısında “Sen bana kelek yaptın. Ben sana kek yaptım” diyorum. Olayın kendisi aslında perişan olunacak bir şey. Ama böyle söylediğin zaman hafifliyor, “atlatılabilir” oluyor.
* Hiç kızdığınız, küstüğünüz, somurttuğunuz olmuyor mu?
Olmaz mı? Ama yazarken özellikle pozitif şeylere değinmek istiyorum. Okurlara hayatla dalga geçen bir düşüncenin var olduğunu hatırlatmak, etkisi kısa da sürse onların içinde pembe bir balon patlatmak istiyorum. Tabii ki benim de somurttuğum, çok ekşi olduğum zamanlar oluyor.
* Hayatı masal gibi algıladığınız, Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter gibi fantastik filmleri sevdiğinizi yazmışsınız. Bu da mutlu olmanın bir yolu herhalde..
Benim için öyle... Bende her şeyi abartma, fantastikleştirme gibi bir hastalık var. Mesela bir ağaçla ilgili biri bana bir hikaye anlattığı zaman, ben onu hayata uyarlıyorum. Bu hikayeden hayatın tamamı ile ilgili ne öğrenebilirim, diyorum. Ya da mesela bir eşyanız yere düşüyor ve onu bulamıyorsunuz. Ben onun kaybolduğuna inanmıyorum. O bizden saklanıyor. Belki de eğleniyor. Sonra başka bir yerde karşımıza çıkıyor. Beynim böyle çalışıyor.
Ben Perihan Mağden'i sevdim, o beni sevmedi
* Esas marifetin, sizi sevmeyeni sevmek olduğunu yazmışsınız. Açıklar mısınız?
Tanıyan tanımayan herkes bizim hakkımızda yorum yapabiliyor, “Sevdim, sevmedim, nefret ettim” diyebiliyor ya... Biz bunu acayip takıyoruz. Takmıyormuşuz gibi dursak da... Zaten ortaya sevilmek için çıkıyoruz. Sevilmediğimiz zaman da “Ya niye ya? Ben kötü biri değilim ki” gibi bir kompleks oluşuyor. Bana bu Perihan Mağden'de oldu.
* Nasıl?
Özgür Kız olarak çıktığım zaman durmadan beni eleştiren yazılar yazıyordu. Bu arada ben Perihan Mağden'i seviyordum. Kitabını okudum, onu daha da sevdim. Hatta bir sürü şeyimizin ortak olduğunu düşündüm. Gel gör ki, bu insan beni sevmiyor. E yapacak bir şey yok... O yazıyı bunun üzerine yazmıştım. Sonuçta bizi sevmeyeni sevebiliyoruz.
* Her denileni takarsanız, hayat çekilmez olmaz mı?
Artık o kadar takmıyorum. Yıllar önce takdir ettiğim insanların eleştirilerini kaale almaya karar verdim. “Ben onu sevmiyorum. Aptalın teki...” bir eleştiri değil ki... Mesela NY Times'da bir yazar Barbara Streisand'ın yeni albümü ile ilgili bir yazı yazmış. Benimle ilgili öyle bir yazı yazılsa, altını çize çize okur, her denilene çalışırım. Adam Streisand'ı en başından beri takip eden, yaptığı tüm işleri bilen bir müzik otoritesi... “İnşallah biri bir gün beni böyle eleştirir de, bir şeyler öğrenirim” dedim okuduktan sonra. Ama maalesef bizde bu kültür pek yok.
Kadınların söylediği ile kastettiği farklıdır
* Yeni başlayanlar için kadın tuhaflıkları yazınızı da çok sevdim. Erkeklere şu tuhaflıkları bir anlatabilir misiniz?
Ortada farklı frekanstan yayın yapan iki cins var. Mesela bir kadın “Yalnız kalmak istiyorum” dediği zaman, gerçekte onu kastetmiyor ya... “Başka bir şey istiyorum, bul onu...” diyor. Erkekler bu alt yazıları okuyamayıp birebir denileni yapıyor, gidiyor. Halbuki kadınlar ancak büyük bir bunalıma girdiği zaman yalnız kalmak ister. Erkeklerin öğrenmesi lazım ki “Bir kadın söylediği şeyi çok seyrek olarak kasteder.”
* Kocanız öğrenebildi mi peki bunu?
Serdar belki de bu dünyada beni en iyi tanıyan insan. İleri bir Nil talebesi... Ama yine de çözemediği durumlar oluyor. Tam bir anlama hali yok ama çok çok yakın.
* Peki Serdar Erener'in “o kişi” olduğunu nasıl anladınız? O çok ciddi gözüküyor, siz çok neşeli...
Dediğin doğru. Serdar oğlak burcu, hep ciddi, çatık kaşlı görünür. Hiçbir konuda geyik muhabbeti yapmaz. Bana baktığın zaman yüzde 90 geyik muhabbeti yapan, sürekli gülen bir tipim. Dışarıdan bakanlar “Ya bunlar nasıl bir arada olabilir?” diyebiliyor. Bunu ben de birçok çift için söylüyorum. Ama insanların görünmeyen o kadar çok ortak yönü olabiliyor ki... Bilmediğimiz bir mekanizma işliyor. O iki insan arasında öyle bir şey oluşuyor ki, yapışmış, ayrılmıyorlar. En başından beri hızla birbirimize doğru akıyoruz biz. Bunu nasıl ve ne zaman anladığımı bilmiyorum.
Tek taşımı Serdar aldı
* Siz özgür kızsınız, tek taşınızı kendiniz alırsınız. Hayranlarınız evlenince tepki göstermedi mi?
O kadar çok mesaj aldım ki... “Sen nasıl evlenirsin? Bunu bize nasıl yaparsın?” türünde... “Bütün kızlar toplanın, çocuk da yapacağız kariyer de, tek taşımızı da kendimizi alacağız” diyen biriyim ya... Tek taşımı Serdar aldı, halbuki... Zaten orada tek taş bir sembol. “Ekmeğini kendin çıkar, çalış, hayatta bir erkeğe ihtiyaç duymadan, ekonomik olarak bir yerde dur” demekti. Ama bunu böyle anlamayanlar çokmuş. Beni tek başına tepede duran bir kadın savaşçı olarak görmüşler. Öyle değil elbette.
* Peki evlilik özgürlüğünüzü kısıtladı mı?
Evlilik kapalı, hava almayan bir tencere değil. En azından bizimkisi öyle değil. İstediğim zaman seyahat ederim, başka bir şehirde bile yaşayabilirim. Bana hiçbir zaman “Yapamazsın, edemezsin” diyen biri değil Serdar. Kıskançlığı da yok denecek kadar azdır. Aksi takdirde yapamazdım.
Serdar'dan bir çocuğum olmasını çok isterim
* Yazılarınızdan biri Sil Baştan filmiyle ilgili... Filmdeki gibi kocanızı hafızanızdan sildirseniz, onunla tekrar karşılaştığınızda yine ona aşık olur muydunuz?
Bana olurmuşum gibi geliyor. Nil'le Serdar 10 yıl önce birbirlerine aşık oldu. Serdar benim hafızamdan silinseydi ve ben bugün bir reklam cıngılı için onunla tanışmış olsaydım, onu biraz sert, fazla kendinden emin bulurdum. E artık ben de 20 yaşında değilim. Bir anda aklım balon olup uçmazdı. Ama çok etkilendirdim.
* Nikahınızda hafızanızın çektiği ve unutmayacağınız bir fotoğraf karesi var mı?
Nikahımızı 50 arkadaşımızla birlikte üç gün boyunca bir gemide kutladık. Luksor'dan, Aswan'a gittik. Tüm sevdiklerim o geminin içinde... Nuh'un Gemisi gibi... İlk uyandığım sabah, odamın minik balkonuna çıktım ve ağlamaya başladım. İnanılmaz güzel bir nehir, güneş suda ışıltılar yapıyor, sağım solum palmiye ağaçları, çok uzakta giden başka bir gemi... Kafamı kaldırıp, güverteye baktım. Sevdiklerim sohbet ediyor... “Hayatta mutluluk bu” dedim.
* Çocuk istiyor musunuz, peki?
Serdar'dan bir çocuğum olmasını çok isterim. Tabii ki “Kariyerim ne olur, iyi bir anne olabilir miyim” bunları çok düşünüyorum. Ama çocukları da o kadar çok seviyorum ki...
Kocamı kıskanıyorum ama kafese koymam
* “Beğenmediğimiz insanı kıskanmayız” yazmışsınız bir yerde...
“Uyduruk dediğim tüm kadınların uyduruk olmasını isterdim. Ama değiller. Onlar iyiler” yazmışım. Çok yapıyoruz bunu. “Angelina Jolie'mi? Dudakları çok kalın” diyoruz mesela. Yok daha neler! Kıskandığımız bir insana hakkını teslim etmek yerine küçümseme yoluna gidiyoruz. Üstelik bu tavrımız karşı tarafta hiçbir etki yaratmıyor. Aksine kendimizi yakıyoruz, kendimizi ona çirkin gösteriyoruz.
* Peki siz kocanızı kıskanıyor musunuz?
Tabii kıskanıyorum. Ama karşımdakini kafese koymak bunun çözümü değil. Dalga geçiyorum yine bu durumla... Geçenlerde Anne Hataway'i kıskandım. Serdar bayılıyor ona... Bu yüzden filmine onsuz gittim. (Gülüyor)
* Cengiz Semercioğlu “köşe yazılarından kitap olmaz” diye yazıyor.
Benimle ilgili yazmadı. “Cengiz yazma!” Şimdi haklı olduğu taraf var. Bazı yazılar çok politik, şu kitap güzel, şu restoran iyi, şu turne şöyle geçti... Bunlar güncelliğini yitiriyor. Ben de 700-800 yazı içerisinden 140 tane seçtim. Bu yazılar benim iç dünyam, etkilendiklerim, hayatla ilgili genel geçer düşüncelerim... Akşama domates sarılıp, atılıyor o gazeteler. Yok oluyor. Kendi çapımda bunların saklanmaya değer olduğunu, insanlara belki bir fayda sağlayabileceğini düşündüm. Bir işe yararsa ne mutlu bana...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.